Hazlarımızı Yönlendirebiliriz
Haz, seçimlerimizi yönlendirir; ama biz de haz anlayışımızı dönüştürerek seçimlerimizi yeniden inşa edebiliriz…
Pek çok insan sağlıklı beslenmeyi, sanki sürekli bir çaba gerektiren, zorlu ve hatta en temel mutlulukların karşısında duran bir davranış biçimi olarak algılar. Kimimiz içten içe, “En lezzetli olan şeyler neden hep sağlığa zararlı olmak zorunda?” diye sitem ederken bulur kendini. Oysa bu algı, yalnızca bireyin doğasıyla sınırlı olmayıp, çevresiyle kurduğu etkileşim ve daha da önemlisi, hazla olan ilişkisiyle derinden bağlantılıdır.
Dış dünya bizlere gerçek anlamda sonsuz seçenekler sunmaktan ziyade, çoğu zaman bir seçim illüzyonu yaratır. Market raflarının özenle düzenlenmiş dizilimi, ekranlarda sürekli dönen cazip reklamlar, porsiyonların giderek büyüyen boyutları ve “hızlı” tüketilen yiyeceklerin kültürel olarak yüceltilmesi… Bunların her biri, bizi farkında olmadan belirli tercihlere doğru yönlendiren görünmez mimari unsurlardır. Çoğu zaman, haz veren bir yiyeceği kendi özgür irademizle seçtiğimizi düşünürüz—ancak gerçekte, büyük ölçüde yönlendirildiğimizin farkına bile varmayız.
Acaba neden bazı toplumlarda belirli haz verici besinler neredeyse hiç tercih edilmezken, diğerlerinde bu besinler günlük rutinin ayrılmaz bir parçasıdır? Sizce bu farklılık sadece damak tadıyla mı açıklanabilir? Aynı genetik altyapıya ve benzer kültürel geçmişe sahip bireylerde bile haz tercihleri böylesine ciddi farklılıklar gösteriyorsa, buradaki asıl belirleyici faktör yalnızca tat değil; aynı zamanda algı, çağrışım ve kolektif toplumsal zihin yapısıdır.
Nitekim, Japonya’da tatlılar genellikle ana yemeğin ardından gelen küçük bir keyif unsuru olarak sunulur ve porsiyonları minimal düzeydedir. Fransa’da ise yemeğin bir ritüel olduğu ve aceleye getirilmemesi gerektiği kültürel bir değerdir; hızlı yemek adeta bir saygısızlık olarak algılanır. Bu iki farklı toplum, lezzetli yiyeceklerden tamamen vazgeçmek yerine, hazlarını bilinçli bir şekilde sınırlandırarak ve yeme eylemine farklı anlamlar yükleyerek bazı açılardan sağlıklı beslenme alışkanlıkları edinmişlerdir.
Zihnimizin bazı tercihleri, tıpkı bir akıllı telefonun varsayılan uygulamaları gibi işler. Bir bağlantıya tıkladığımızda, sistem otomatik olarak en sık kullandığı uygulamayı açar—daha iyi bir alternatif yüklü olsa dahi. Çünkü o belirli seçim, zamanla zihnimizde varsayılan hâline gelmiştir. Aynı durum, yeme tercihlerimiz için de geçerlidir: Fast food, aşırı şekerli tatlılar, yoğun işlenmiş atıştırmalıklar… Bunlar yalnızca anlık bir lezzet sunmakla kalmaz; aynı zamanda beynimizin ödül sistemiyle yıllar içinde derinlemesine eşleşmiş, adeta otomatik haz yanıtları haline gelmiştir. İşte bu nedenle, asıl yönlendirme yalnızca dışsal faktörlerden kaynaklanmaz; aynı zamanda zihnimizin derinliklerindeki iç mimaride de yatar.
Alışkanlıkların bu otomatik doğasını ustaca açıklayan James Clear şöyle der:
“Bir davranışı ne kadar çok tekrar ederseniz, zihniniz o davranışı çalıştırmak için gereken çabayı o kadar azaltır.”
Başka bir deyişle, alışkanlık zamanla hazlı olanı değil, kolay olanı seçmeye başlar.
Bu yerleşik yönelimler, sadece dış dünyanın dayattığı reklam bombardımanı ya da kültürel imgelerle oluşmaz. Asıl belirleyici olan, zihnimizin karmaşık iç mimarisidir. Ve tıpkı akıllı telefonlarımızda olduğu gibi, bu varsayılanları güncellemek mümkündür. Zihnin nasıl işlediğini anlamak, bizi otomatik tepkilerin zincirlerinden özgürleştirir ve ilk bakışta uzak görünen sağlıklı tercihleri yakınlaştırır. Bir zamanlar “vazgeçilmez” sandığımız alışkanlıklar, yerini zamanla daha bilinçli ve nitelikli tercihlere bırakabilir. Doğru olanı yapmak, artık zorunda olduğumuz bir eylem olmaktan çıkar; adeta kendiliğinden gerçekleşen bir davranış haline gelir.
Peki, bu köklü dönüşüm nasıl mümkün olabilir?
Hazla Kurduğumuz İlişkiyi Gözden Geçirmek
Ünlü İngiliz filozof John Stuart Mill, hazzı değerlendirirken yalnızca miktarına değil, niteliğine de odaklanmamız gerektiğini savunur. Ona göre bazı hazlar basit, yüzeysel ve yalnızca bedensel doyumlarla sınırlıyken; bazıları ise ruhsal gelişim, derin anlam arayışı, karakter olgunluğu ve iç huzuru gibi daha yüksek değerlerle ilişkilidir.
“Düşük hazlar anlık bir tatmin sunabilir; fakat yüksek hazlar bizi insan kılar.” — J.S. Mill
Bu derinlikli ayrımı beslenme davranışlarımıza uyguladığımızda oldukça net bir tablo ortaya çıkar:
- Ultra işlenmiş, aşırı şeker içeren, karbonhidrat ve yağ deposu yiyecekler, yalnızca niteliksiz hazlar sunar. Çünkü kısa süreli bir dopamin salgılanmasıyla gelen yüzeysel bir doygunluk… ardından kaçınılmaz düşüş, enerji düşüklüğü. Uzun vadede ise alınan kilolar, kaybedilen özgüven, kronik hastalıklar ve giderek kötüleşen bir yaşam kalitesi…
- Oysa evde özenle hazırlanmış, sade ama besin değeri yüksek dengeli bir öğün, nitelikli bir haz barındırır. Sadece damakta bıraktığı lezzet değil; aynı zamanda kontrol hissi, yemeğe gösterilen özen, düzenli bir ritüel, sadelik ve besine duyulan saygıyı içerir. Kişi yalnızca karnını doyurmakla kalmaz, aynı zamanda kendi benlik saygısını da besler. Sağlığı için bilinçli ve önemli bir tercih yapmış olmanın verdiği tatmini yaşar.
Sağlıklı Beslenmeyi “Varsayılan” Hale Getirmek Mümkün…
Varsayılan davranış, zihnin direnç göstermediği, adeta kendiliğinden gerçekleşen tercihtir. Bu tür bir tercih, ancak haz algımız temelden değiştiğinde dönüşebilir. Bu dönüşümü sağlamanın üç temel ve etkili yolu bulunmaktadır:
- Haz Hiyerarşisi Oluşturmak:
Öncelikle kendi iç dünyamızda hazları yeniden bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Niteliksiz hazları tamamen yasaklamak veya onları kesinlikle yapılmaması gereken şeyler olarak görmek, çoğu zaman beklenen sonucu vermeyebilir. Böyle bir durumda zihnimiz engellendiğini hisseder ve zihin için bir engel varsa, o mutlaka aşılmaya çalışılır. Bu nedenle, niteliksiz hazlara daha üst bir bakış açısıyla yaklaşmalı, onları sıradan, bayağı, hızlı tüketilen ama uzun vadede değersiz olarak konumlandırmalıyız. Onları tercih etmemek, tercihimiz olmalı, zihnimizde “tercih edilmeye değer” olmaktan çıkarmalıyız. Sağlıksız bir seçeneğe yöneldiğimizde içimizden örneğin şu düşünce geçmeli: “Bu kadar sıradan ve kısa vadeli bir keyfi, kendime neden layık göreyim?”
Hazlarını karşısına alan biri, çoğu zaman oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi hisseder : isteksiz, huysuz ve boşlukta. Çünkü haz, sadece bir keyif değil, alışkanlıkla iç içe geçmiş bir duygusal düzenleyicidir. Peki çocuklar ne zaman oyuncaklarını bırakırlar? Artık çocuksu bulduklarında.
Tıpkı bunun gibi, insan da bazı hazlardan ancak onları kendine yakıştırmaz hale geldiğinde, yani kişisel gelişimiyle bağdaşmadığını hissettiğinde, doğal bir şekilde uzaklaşır. Yasaklamaya değil, anlamsızlaştırmaya ihtiyaç vardır. Böylece o haz, cazibesini değil; çocukluk imajını taşımaya başlar. Ve insan ondan uzaklaştığında bir şey kaybetmiş gibi değil, aksine bir şey aşmış gibi hisseder. Bu yaklaşım, kendini suçlamayı değil, öz saygıyı besleyen yapıcı bir tutumdur. Birçok alanda cazip görünen hazla aramızdaki mesafeyi sağlıklı bir şekilde ayarlamanın etkili bir yoludur. Ve bu içsel hiyerarşi kurulduğunda, eskiden “dayanılmaz bir cazibe” olarak algıladığımız birçok şey artık bizim için zahmete bile değmez hale gelir.
- Zihinsel Çevreyi Değiştirmek:
Dışsal çevre yeme tercihlerimizi yönlendirmede önemli bir rol oynar; ancak zihinsel çevre, düşünce biçimimiz ve kendimizle kurduğumuz iç diyalog, çok daha derin ve kalıcı bir etkiye sahip olabilir. Sağlıklı beslenmeyi yalnızca “doğru olan” bir davranış olarak değil, aynı zamanda kendimize en uygun olan, kendi değerlerimizle örtüşen bir seçim olarak tanımladığımızda, bu tercih artık kişisel bir değere dönüşür. “Bize yakışan budur artık…” düşüncesi yerleşir. Haz, bu noktada anlık bir dürtü olmaktan çıkar; adeta karakterimizin bir göstergesi haline gelir.
- Hazda Derinleşmeyi Öğrenmek:
Yeme eylemini aceleye getirmeden yavaş yemek, yemeğin hazırlanış sürecine saygı duymak, kullanılan malzemeleri tanımak, sofraya otururken bir niyet taşımak (örneğin, bedenime iyi bakmak) gibi farkındalık odaklı pratikler… Bunların hepsi yeme eylemini sadece bedensel bir zorunluluk olmaktan çıkarır ve onu ahlaki bir tercihe, bir öz bakım ritüeline dönüştürür. Beslenme eylemini ne kadar çok farkındalıkla yapmaya çalışırsak, bu hem bireysel dengemizi hem de toplumsal bilinç düzeyini olumlu yönde besler.
Sonuç
Sağlıklı beslenmenin sürdürülebilir hale gelmesi, yalnızca bilgiyle değil—hazlarımızı yeniden tanımlayarak, zihnimizin varsayılanlarını yeniden inşa ederek mümkündür.
Sağlıklı beslenme, en nihayetinde bir kimlik biçimidir. Ve kimlik, büyük ve ani kararlarla değil; her gün yaptığımız küçük ve gündelik tercihlerin toplamıyla inşa edilir.
Unutmayalım ki, kilo vermek bir eylemdir ama sağlıklı beslenmek bir erdemdir. Bu erdemi içselleştirdiğimizde, beslenme tercihlerimiz kendiliğinden doğru yönde şekillenecektir. Aslında, lezzet algımız ve yiyecek tercihlerimiz düşündüğümüzden çok daha fazla çevresel ve kültürel faktörlerden etkilenir. Bugün bize cazip gelen birçok yiyecek, farklı bir toplumsal bağlamda tamamen anlamsız veya çekici olmayabilir.
Hiç kimsenin fast food’u cazip bulmadığı bir yerde, bu tür bir yiyecek bizi gerçekten tatmin eder miydi? Çünkü çoğu zaman bir şeyden aldığımız haz, o şeyin salt kendisinde olan hazdan çok daha ötedir. Tıpkı bir Çinlinin böcek kızartmasından alabileceği keyfi, bir Batılının bunu düşünmek bile istemeyecek kadar iğrenç görmesi gibi…
Bugün yediğimiz şeylerde gerçekten özgür müyüz? Yoksa reklamların, toplumsal normların, sosyal çevrenin ve kültürel kodların sessiz yönlendirmesiyle mi hareket ediyoruz? Bu soruları derinlemesine düşünmek zorundayız; çünkü tercih ettiğimiz besinler sadece bedensel ve zihinsel sağlığımızı değil, yaşam kalitemizi, enerjimizi ve maalesef şu anımızı yani sahip olduğumuz en büyük hazinemizi doğrudan ve derinden etkiler.
Evet, dış çevre bizi yönlendirebilir. Ancak biz de kendi zihnimizi bilinçli bir şekilde yönlendirebiliriz. Hazlarımızı dönüştürdüğümüzde, sağlıklı beslenme artık sürekli bir irade savaşı olmaktan çıkar.
Yani evet, sağlıklı beslenmek varsayılan hale gelebilir.
Önce iç mimarimizi yeniden inşa edersek.
Kısa ve parlak cümlelerle, mucizevi beklentilerle hayat değişmiyor. Sürekli aynı döngüleri yaşar durursunuz… Kalıcı kilo vermek, sağlıklı beslenmeyi sürdürülebilir hale getirmek istiyorsanız; bu yazı sizin en önemli reçeteniz olabilir.
Sadece okumanız yetmez.
Anlamalısınız.
Çünkü bilmek, davranışı değiştirmez.
Anlamak değiştirir.
Ve bir şeyi gerçekten anladığımızın en açık göstergesi, davranışlarımızın değişmesidir…
🔗 Kaynakça:
- Mill, J.S. (1863). Utilitarianism.
- Stroebe, W. (2013). “Dieting, Overeating, and Obesity: Self-Regulation in a Food-Rich Environment.”
- Clear, J. (2018). Atomic Habits: An Easy & Proven Way to Build Good Habits & Break Bad Ones. Avery Publishing.
- Higgs, S. (2015). “Social norms and their influence on eating behaviours.”
- Marteau, T. et al. (2011). “Changing human behavior to prevent disease: The importance of environment over knowledge.”
- WHO (2022). “Food Marketing Restrictions and Behavioural Nudges.”
- Robinson, E. et al. (2015). “Portion size and the food environment: Do portion sizes influence people’s eating?”